10 Haziran 2016 Cuma

Stoa ve Ortodoksi*

Mülkiye İstanbul Grubunda, geçmiş aylarda yapılan, Ortodoksi (Doğru-inanç olarak karşılanabilir) ve Heterodoksi (Farklı inanç olarak karşılanabilir) üzerine olan tartışma, zaman zaman düşündüğüm bazı konuların biraz daha billurlaşmasına, bir ölçüde de tümlememe  yol açtı; bunları bir tez haline getirdim.
 Mülkiye İstanbul Grubuna, bu konu üzerine tekrar düşünmeme olanak sağladığı için teşekkür ederim.
Tabii ki yapılan bir modelleme, bu yönü ile de modellemeyle ilgili tüm sakınca ve sıkıntıları bünyesinde taşıyor. Keza, bu modellemenin, “siyasal iktidar” odaklı olduğunu da belirtmem gerekiyor; çünkü, Stoa düşüncesi yüzyıllar boyu siyasal iktidarların başat düşüncesi  olagelmiştir.
Tez
Ortodoksi (Doğru-inanç olarak karşılanabilir)üzerine yapılan tartışmalarda, İslam tesiri önemli bir faktör olarak ele alınır. Bu doğru olmakla birlikte, derinlik açısından yetersiz ve eksik bir değerlendirmedir; İslam, sadece İbrani etkisini tazelediği için anlam taşır; dünyadaki tek tanrılı dinlerin kaynağı tektir, o da İbrahim ve ona bağlı olarak Yahudiliktir; diğer iki semavi din de Yahudiliğe karşı gelişmiş olmakla birlikte Yahudilikten büyük ölçüde etkilenerek, daha doğrusu reel politik veya gerçek olarak yozlaştığı düşünülen Yahudiliği doğru mecraya oturtmak adına ortaya çıkmışlardır. Bu bağlamda, Yahudilikle ilgili yapılan yorumlar ve dahi eleştiriler; diğer semavi dinler için de (1-2 istisna hariç) geçerlidir(veya tam aksi).
Batı Roma’dan kopuşu dile getiren Doğu Roma, (ki Kilisesinin kuruluşu  9. yy’la dayanır) aynı zamanda bir köklere dönüş operasyonudur. Roma Büyük Devleti üzerindeki İbrani etkisi, Batı Roma'nın özellikle Hıristiyanlığı tanımasına, hatta yıkılışına kadar olan devrede oldukça indirgenmiş ve doğası gereği yadsınan bir etki idi. Stoa'nın (Büyük devlet için düzen düşüncesinin) Epikürizm (hazcılık) ile aşılanması ile ortaya çıkan Roma Büyük Devleti’nin yıkılışı Epikürizm’in Stoa’yı yemesi (örn: Satyricon) ile açıklanablir.
Eski Yunan ve Stoa:
Özünde bir İbrani düşüncesi olan Stoa, her ne kadar düşünce akımı olarak Helenistik devirde ortaya çıkmış olarak gözükse de, erken devir yerleşik uygarlıkları olan Mezopotamya ve Mısır’da oluşmaya başlamıştı; Stoa (düzen düşüncesi) bu uygarlıklardan büyük ölçüde etkilenen ve kendisi de özünde yerleşik hatta şehirleşmiş olan Eski Yunan’da özellikle “ölçü” üzerinden kendisine bir yer bulmuştu. Eski Yunan henüz ortada bir bireyden söz edilemeyeceği için, ölçüyü “kişi” ve “kişinin kendi” üzerinden tanımlıyordu (bu, en güçlü ifadesini de giriş kapısında “Ölçülü ol”, çıkış kapısında “Kendini bil” yazan, Mora Yarımadasının kuzeyindeki Delfi Mabedinde bulmuştu).
Helenistik Devir
Helenistik Devirde ortaya çıkan, Eski Yunan'da var olan ve kısmen yerleşik düzene geçilmesinin etkisi,  kısmen de İbrani toplumundan alınan düzen düşüncesinin etkisi ile tarihe Büyük İskender olarak geçecek olan II. Filip’in oğlunun öğretmeni Aristo tarafından biçimleştirilmesidir.
Aristo’nun mantığın ilkelerini koyması ile ölçü ile Delfi Mabedinde, “Kendini Bil” ile  geçiştirilen, “kişisel ölçü/karar/yönelim” sorunsalının aşıldığı (bir bağlamda akla ulaşıldığı) sanıldı; bu daha sonra en yüksek ifadesini Roma Stoa’sında, aklı ve söylevi yücelten Cicero’da bulacaktı. Sorunsal çözülmemiş olsa da, Logos, bir ölçüde ön akılcılık filiz vermişti.
II. Filip‘in oğlu mantığı, Stoa’yı (ölçüyü ve düzeni), o zaman bilinen dünyaya kabul ettirmek üzere harekete geçti; büyük tarım havzaları, Anadolu, Mezopotamya ve Mısır zaten düzen ve ölçünün önemini kavramıştı; Filip’in oğlunun işi buralarda kolay oldu; yalnız anlaşılan o ki Makedonya’dan daha ileri bir uygarlığa tekabül eden Frigya, olayın kılıçla çözülemeyeceğini İskender’e anlatmak için Gordion meselesini önüne sürdü; ne yazık ki kendisi de bir barbar olan İskender düğümü çözmektense, kesmeyi tercih etti.
Hayvancılığa bağlı yaşayan göçebe ve barbar toplumlar ki Persler başını çekiyordu, İskender’e direndiler, İskender sonunda, vaat edilmiş asma bahçeli toprağa, Babil’e döndü ve orayı mesken tuttu.
Ancak mantığın akıl anlamına gelmeyeceği, akılın olaşabilmesi için mantığı besleyen bir bilgiye ihtiyaç olduğu özellikle İskender’in ölümü ve kurduğu imparatorluğun dağılmasıyla ortaya çıktı. Yalnız Stoa, gene de en güçlü düşünce idi.
Hıristiyanlık
Ortaçağda, Stoa Batıda Hıristiyanlık ve Papalıkla zirve yaptı, Roma ile birlikte Epikürizm çökmüş; Stoa en yüksek ifadesini Papalığın dünyevi ve ruhani iktidarı kendinde topladığı Çifte Kılıçlar öğretisinde bulmuştu; artık giderek satir, mizah, hatta gülme bile yasak olacaktı; neticede bunlar Tanrıyı alaya almaktan başka ne idiler ki. Endülüs ise batıdan Hıristiyanlığın kapısına dayanmış olarak,,zanaatı ve mesleği yüceltmeye çalışıyordu; bu İbrani Stoasına en yakın durumdu. Zaten Safaradların önemli bir kısmı  İber Yarımadası’nda yaşıyordu.
Tekkeler
Dünya işleri ile semavi işleri bir arada çözmeyi hedefleyen özellikle kara ticaret yolları üzerindeki tekkelerde bir yandan, tarımsal üretim ibadetle birlikte yapılıyor, kervanlar ağırlanıyordu; böylece ilk defa düzenli çalışma, ekonomiye dahil olma ve seyyahlardan bilgi edinme (kabaca eğitim, kişisel gelişim) doğmuş oldu.
Türkler
Türkler, Müslümanlığı kabul ettikten sonra, İslam’ı uygarlık olarak algılamaya daha doğrusu uygarlıkla özdeş görmeye başladı. Uygarlık da, ticaret yolları üzerindeki, zanaat ve ticaretin gelişmiş olduğu, ekonomisi ticarete dayalı kentli yaşam olarak algılanıyordu.
Stoa kendini İslam’da, özellikle, toprağa bağlı tarıma yönelik kesimin devleti olan Emevi devrinde "Sünni’lik” olarak tanımlandı; kendine hedef olarak da, canlı varlıkla yaşayan, hayvancılıkla geçinen, çoğunluğu göçebe kesimi seçti. İki tarafında leytmotiflerinin tamamen karşıt olduğu düşünülebilir; vatansız yaşayan göçebelerin, güç kullanana sürüyü kaptırma tehlikesi; toprağa yerleşik olanların ise, toprağı korumak için güçlü orduya ihtiyacı vardı. Sünnilere karşı, İslamiyet öncesinden gelen Panteist özelliklerini korumaya çalışanlar, kendilerini "Şii/Şia" ve Anadolu’da Sünni ağırlığın tesiri ile Alevi olarak tanımlandı; Türkler ve dahi diğer Müslüman toplumlar, göçebelikten yerleşik düzene, köy yaşamına geçtikçe Semavi ve Doğatanrıcı özellikleri bir arada yaşayan çoklu yapılar olan Heterodoks (Bileşik-yapı-inançlı olarak karşılanabilir) Şiilik veya Alevilikten, Panteizmden ancak tasavvuf boyutunda sınırlı bir şekilde beslenen salt semavi boyutta ifade bulan Stoacı Ortodoks Sünniliğe doğru, geçiş yaptı veya yapmak zorunda kaldı (Hanefi/Matrudi konusu). Bu geçiş, resmi veya gayrı-resmi, gene aynı şekilde benimseyerek de, benimsemeden de gerçekleşti.Yer yer, reel politik gerekçelerle arkaik bir özellik olarak, Heterodoksi’yi vurgulayan adlar baki kaldıysa da. örf ve adetler giderek Sünnileşti. Türklerin bu geçişinde, Orhan’dan başlayarak Bizans'tan devren ve artarak gelen "Stoacı Düşünce’nin payı çok büyüktür. Heterodoksi, temel motifi, güç yerine özgürlük olduğundan büyük devlet özlemini, dirlik ve düzeni tehdit eden bir unsur olarak görüldü.
Haçlı seferleri:
Haçlı seferleri, Doğu ile Batının savaş yoluyla da olsa, Avrupa’nın doğusundan birbiriyle ilişkiye geçmesine yol açtı. Burada başat olan yükselişteki Doğu idi; ardı ardına başarısız seferler batıda Kilisenin egemenliğini sorgulanır hale getirdi; artık kiliseden daha zengini ve bilgilisi vardı: savaşa katılmış olan şövalyeler. Bu olgu giderek, Rönesans ve Reforma yol açacaktı. Kilisenin içinde tutucu bir grup (Cizvit’ler), elden gitmekte olan iktidarı sağlam almak için, eğitimin gerekliliğini anladı ve iyi bir Hıristiyan (kul) olmanın müfredatını (lise) oluşturdu (Eğitimin özelikle 20.yy’da laikleşmesi konumuz harici).
Rönesans ve Yeni çağ
Deniz ticaretinin gelişmesi ile kara ticaret yolları üzerindeki tekkeler giderek önemsizleşip, korunmacı  bir tavır sergilerken, liman şehirleri üzerindeki “bourg”larda ticaret ile hızla zenginleşen ve surlar içinde kendilerini güvende hisseden yeni bir sınıf türedi ve bunlar bağlarından kurtulmanın yollarını aramaya başladı.
Osmanlı da Stoa
Osmanlı da Stoa/Ortodoksi/Sünnilik, İstanbul’un fethi ile önce “Divan” da güç kazandı ve ondan sonra, gelişerek devam etti; Fatih Sultan Mehmed'in gerçek ardılı sayılabilecek Yavuz Selim devrinde başat doktrin haline geldi, giderek şehzade isimleri bile Araplaştı.
Anadolu ve Trakya halklarının “Dirlik ve Düzen” mücadelesi hakkında, Hacı Bektaşi Veli’den, Şeyh Bedrettin’e, Börklüceli Kemal ve Sakızlı Denizciler’e, hatta Brecht’ten mülhem olarak Galilo Galileo ve Orta Avrupa ve Balkanlar köylü isyanlarına kadar yazacak çok şey olmakla birlikte, bunlar; modelimizin bel kemiğini oluşturan “siyasal iktidar”ın dışında kalıyorlar; ve bu yazının hacmini aşıyorlar.
 Cumhuriyet
Sünnilikten kaçan Cumhuriyet, genelde püriten ahlaka, özelde de o devirde moda olan Viktoryen ahlaka kucak açtı; ama Püriten Ahlak veya Viktoryen Ahlak, İbrani stoasının Anglo Sakson aşılısından başka ne idi ki; İbni Haldun gidiyor; yerine Benjamin Franklin geliyordu.
Antikapitalist Müslümanlar:
Atilla İlhan'ın anlatmaya çalıştığı bir olguya tekabül ediyor; öykünmeci ve iç yüzünü bilmediğimiz bir sol ve batıcılıktan ise, bize ait olan bir sol ve batıyı yani uygarlığı geliştirmek. Aslında, hareketin kökenleri, Çerkeş Ethem ve Yeşil Komünistler hareketinde de mevcuttur (Burada, kanımca, Kemalistlerin bunların eninde sonunda Yunan emellerine hizmet edeceği korkusunu da haksız bulmamak gerekir).
Stoa'ya direnenler:
Stoaya en fazla direnenler kuzey toplumları ve ortaklaşmacılar oldu; o kadar ki tarihin en gerici hareketlerinden biri olarak başlayan Luther hareketini tam tersine, bir özgürlük, bağlarından kurtulmaya dönüştürmeyi becerdiler.
Aklın Keşfi
Her ne kadar Descartes’in "cogito, ergo sum (düşünüyorum, o halde varım)”u, sonraları bazı düşünürlerce Varlık Sorunsalına temel yapıtaşı olarak ele alınacak olsa da, gelişim olarak Epistomojik bir sorun olan Metod Düşüncesi’ne yanıt ararken ortaya çıkmış; “Algı ve Akıl Yürütme” sorunsalına yanıt aranırken akla ulaşılmıştı, Bir bağlamda, Aristo Mantığının açmazı ele geçmişti (Mantık tasıma dayanıyor, cevap veriyordu ama doğrulanma veya yanlışlanma yeteneğinden yoksun olduğu için güven vermiyordu), Mantık böylece, yerini artık, bilgi ve metodoloji ve giderek deney ile donanımlı, gerçekle ilişkili akıla bırakıyordu; "Kendisinin farkına varan Akıl" ile ilişki kurulmuştu. Tabii ki, “Kendisinin farkına varan Akıl”; çelişik yapısından gelen bazı açmaz ve sorunsalları bünyesinde taşıyordu. Kant, olası aklın yetersizleri üzerine düşünürken, Hegel, bu çerçevede geliştirdiği gelgitli, çapraz referanslı sistemle gerçeğe yaklaşılabileceğini düşünüyordu. Konu, onun için, Platon’cu İdealarla ilişkili özetle İdealist ve Monoist (Gnostik ve dolayısıyla Tek’çi) idi. Öğrencisi Marx, Hegel’in idealist varsayımını, irdelemeye tabii tuttuğunda, bunun için gerekli kanıtlara sahip olmadığın gördü; o zaman Hegel sistematiğine bağlı kalarak, kanıtlar doğa, tarih, ekonomi, sosyoloji, siyaset ve antropoloji gibi alanlarda aranmalıydı; ve tarihsel olanı daha gelişmiş olarak, Tarihsel ve Diyalektik Materyalizm tezlerini oluşturdu.

Kartesiyen, (Descartes'çi) çizgi, sadece Monoist düşünürlere yol vermedi, model bir bağlamda, düalite de içeriyordu; Hegel gibi, yöntemsel bir çözümle sorunsalı aşmak yerine, sorunsalla bir arada var-olan varlığın durumundan hareket etmeyi, düşünenler de vardı; zaten o güne kadar, teoloji de, sorunun varlığını kabul etmiş görünüyor; sadece sorunun üzerine gitmiyor; “tekilin iradesi”, “bütünün iradesi”.bağlamında çözmeye çalışıyordu  Laik felsefe konuyu ele aldı; tekil varlığın durumunu göz önüne alan "Varoluşçu" ekol doğdu.Skolastiğin tahtı, çoktan gitmiş, altından iğreti oturduğu taburesi de alınmak üzere idi. Burada diğerlerini etkileme gücü açısından Spinoza ve  Heidegger ve özgünlük açısından Kierkegaard özel bir yer tutar. Tabii ki, ana leytmotifi özünde skolastik bir yöntem veya en azından formel bir mantıkla sorunu çözdüğünü düşündüğü Hegel'i hedef alan Nieztche'yi de özgün bir yere koymak gerek.

Marx gibi, monoist (tekçi) düşünceyi Hegel’den mülhem, kökleri Sokrates’e kadar giden diyalektik (birbirini kritike edici ikili) yöntemle ele alıp, nesneci düşünürler de özne ile ilgilenmişlerdi. Özellikle Genç Marx, yabancılaşma sorunsalı üzerine düşünmüş; ama muhtemelen, düşüncenin ve evrimleşmenin mevcut aşamasında konunun üzerine gitmenin gereksiz bir çaba olduğunu fark ederek, enerjisini, maddi temellere hasretmişti; Marx için, konunun kapanmış olduğuyla ilgili kesin bir veri yok; muhtemelen sadece ertelenmişti. Bu aşamada öznenin, veya özneler kümesinin (zaten ortada birey diye siyasi bilince sahip bir varlık da henüz yoktu; belki de hiç olmayacak veya çok az kişiye verilmiş olacaktı), sınıfsal ve politik durumunu ele almak yeterli idi; ayrıca zaten Titanlar (kahramanlar) çağı kapanmış veya kapanmak üzere idi. Kendi düşünce sistemine, insanlığı ileri götürecek bir özellik sağlamak, zamanın ruhuna, salt filozofik konularla uğraşmaktan, daha uygun; basitçe, dünyanın gerçek üreticileri emekçiler ve insanlık lehine faydalı idi. Keza, 3 ana eğilimi, Alman Düşünce Sistematiği, İngiliz Ekonomi Politiği ve Fransız Siyasetini bir potada eritmişti. Mikro varlığın sorunsalı ile ilgilenen varoluşçuları, yeni yeni filizlenen psikolojistleri ve hatta salt özgürlükçüleri (anarşistleri) ve devlet teorisini, teorisine dahil etmek, sistemine fazla gelecekti.

Modern  Zamanlar
Tabii ki düşünce tekeli kimseye verilmemişti. İdealist çizgide hareket ettiği varsayılabilecek (kanımca bu konuda da yeterli kanıt yok) Heidegger, Aletheia’nın -kabaca doğruluk ama vicdan ve ölçü ile yakından ilintili- insanda içerilmiş olduğunu varsayıyordu; “Aklını keşfeden Akıl’ın sorunsalları üzerine düşündü ve ne yazık ki bir bütüne ulaşmayan yazılar, yazdı. Sözün kısası. insanoğlunun durumunun irdelenmesi, doğal olarak büyük çelişkileri, yetersizlik ve fazlalıkları bünyesinde barındırıyordu. Aslında, Heidegger’in düşüncesi de, bir bağlamda, “kişinin kendisini” ve “kendisinin kendini algılayışı” olarak basite indirgenebilecek bir biçimde, diyalektik değilse bile “birbirini gören ikili” bir yöntem içeriyordu. Siyasi olarak karşıt kamplarda bulunsalar da Heidegger’den  büyük ölçüde etkilenmiş olan Sartre yoğun bir direnişçi pratik içinde anlaşılan aklın önemini kavramıştı. Yapıtları öncelikle aklın yüceliği ve varyeteleri üzerine idi; onun, diğer yol göstericilerinden biri olan Marx, her ne kadar öznellik konusuna girmemişse de, bu sadece ihmal edilmiş bir konu idi. İki çizgiyi bir araya getirmek için “Modern  Zamanlar”ı kurdu; teşhis doğru idi; sorun bir modernite sorunu idi.

Diğer yandan, Fransız asıllı bir Cezayirli olan Camus, Eski Yunandan devren gelen Ölçü ve Ölçüsüzlük üzerine geliştirdiği fikirlerle, idealist bir çizgide, diğer Varoluşçular gibi kişisel sorumluluk tabanında, tekil varlığın sorunsalı üzerine eğiliyordu. Sartre ise konunun siyasi temelden özgür olarak, salt tekil varlık bazında ele alınamayacağını, böyle yapılırsa, bunun eninde sonunda, tutucu ahlak lehine sonuçlanacağını düşünüyordu. Tarih, Sartre’ı doğrulamış gözüküyor; ancak, siyasi olanın da eninde sonunda, tekil varlığın erdemi sorunsalı ile karşılaşılacağını atlamamak gerekiyor.

Düşünce tarihi açısından böyle olmakla birlikte, düşünen bireyin sağlığı, özellikle "akıl ve ruh sağlığı", tartışmaya açık bir nokta olarak duruyordu; yüzyıllardır aykırı düşünceleri savunanlar ve aykırı tavır sergileyenler "deli (bir bağlamda akıldışı/ölçüsüz)" olarak yaftalanmışlar ve özelikle gelişen burjuvazi ile tecrit edilmişlerdi.

Siyasi olarak bakıldığında, “kendinin farkına vardığının farkına varan özne” modern çağın ürünü olan Psikolojistler tarafından psikiyatrik bir vakaya dönüştürülmüştü; buna karşıt olarak Varoluşçular, psikiyatrinin varlığını sorguluyordu; Sartre’ın “Bir Şefin Çocukluğu” adlı yapıtında dillendirdiği, “Gideceğim o Viyanalı doktora, aradığının fenomen benim” diyeceğim sözü, bu protestonun zirvelerinden biridir.

Burada 2-3 ana akım başat oldu; psikiyatrinin kendi öz elemanlarından hareket eden, başını Freud'un çektiği, Analitikçiler; diğeri de gene analitikçi olmakla birlikte, Heidegger'in düşünce sistematiğini baz alan, özünde deli kavramını, hatta psikiyatrinin varlığını sorgulayan, olguyu bir varoluş sorununa bağlayan başını Ludwig.Binswanger ve Medare Boss’un çektiği Varoluşçu Psikiyatrlar veya Anti- psikiyatrisler; bir de Jung Ekolüne bağlı Kollektif Bilinçalt’çılar. Her üç yöntemde de analitiklik yanında, güdümsüzlük ve "kişinin kendi kendinin farkına" varışı esastı; Freud ve Jung, bir yol gösterici olarak, psikiyatrın varlığına kesin inanıyordu; insanoğlunun uygarlık yolunda yüzyıllar boyu gelişiminde, adı ister “Aletheia", ister “Süper Ego” olsun sosyal olanın yanında, ciddi bir korku (sosyal veya doğal; Freud’çulaa göre hadımlık korkusu; varoluşçulara göre “endişe”) ve "otosansür" de gelişmişti; otosansür, ancak, bir psikiyatrın ayna görevi ile aşabilirdi (20 yy’lın sonuna doğru pıtrak gibi patlayan, kestirmeci Bilişsel Ekoller müstesna).

Psikiyatrların, Lou Salome örneğinde Freud’un başına geldiği gibi,karmaşık vakalarla başa çıkma güçleri çok zayıftı; psikiyatrları yanlış mecralara sevk eden hastaların örneği sayısızdır. Kaldı ki, henüz daha karşılarına, Hannibal Leister veya Norveçli Breivik çıkmamıştı.

Post Marksistler
Şu anda pek bir pratik yararı yoksa da, düşünce tarihi açısından aşağı yukarı söylenebilecek olanların tümü, 20. yy’lın sonuna kadar özellikle Egzistansiyalizmden de beslenen Post Marksistler ve onlardan bağımsız Dil Felsefecileri tarafından söylenmiş oldu. Bu bir bakıma da iyi oldu; çünkü, belki uzun yıllar insanoğlunun bu konulara tekrar dönme olanağı olmayacak; bunlar kitaplarda yaşamaya devam edecek; o da giderek okuma yeteneğini yitiren insanoğlu ile buluşabilirse.

Kabaca, Modern Zamanlarda,Stoa, Ortodoksi/Heterodoksi tartışmaları bir başka planda vücut bulmuş oldu; onların yerine, İdealizm/Materyalizm,; Monoizm/Dualizm, hatta Gnostizm/Agnostizm Objektivizm/Sübjektivizm  tartışmaları  ikame edilmiş oldu. Tartışma oldukça benzeşik, en azından leytmotifleri açısından; pratik ile pragmanın, ideal (doğru) ve gerçek ile çelişmesi (burada, hangisi, hangisi diye düşünmenin çok fazla bir  anlamı olmadığı kanısındayım. Özetle var olan yapılar, daha fraktel hale gelmiş; düşünce sayıları kombinatif biçimde artmıştı; artık satranç 2’li masada değil; 7-8’li masada, bazen eşili, bazen eşsiz oynanıyordu; bu bir bağlama tartışmanın da imkansızlığını sergiliyordu). İdeal olanın, pratik olmadan bir ise yaramayacağı; pratik olanın da, idealsiz nereye gideceğini bilmediği düşünülüyordu Ne var ki, Aristo’nun ” bir şey hem siyah; hem beyaz olamaz” önermesinin; insan aklını kuşatması hala sürüyordu.. (burada konuyu çözmeye çalışan “Bulanık Mantıkçılar”ı bir kenara koymak gerekiyor; teoride haklı olarak; “evrende mutlak siyah veya beyazdan söz etmek imkansızdır”. Ancak, insanoğlunun beyni, sapmalı çalışıyor; basit bir deneyin ortaya koyduğu gibi, suratı görürse, armudu göremiyor; armudu algılarsa, suratı göremiyordu.

Son çatışma
Son çatışmayı da, bu bağlamda okumak; en azından görünüşte, ölçüyü kaçıran ve moderniteyi kısıtlı benimsemiş iktidara, stoik bir uyarı olarak algılamak mümkün.

Son Söz
Bana kalırsa Stoa düşüncesi bir illet; modernite ile aşılması gereken; ancak modernite ile aşılabilecek,bir illet; çünkü öz yapısında bir aşkınlık içermiyor. Sünni ahlak ise, modernite ile çeliştikçe, ikiyüzlülüğe dönüşüyor. Psikiyatri, anti psikiyatri tartışmaları ve diğer tartışmalar, insanoğlunun pratiğini salt akla indirgeyen burjuvazinin bir ürünü olan modernitenin aşılması ile çözüm yoluna girebilecektir.

*Mülkiye İstanbul Dergisinde yayınlanan 2 yazı buraya alıntılanmıştır..
http://www.mulkiyeistanbul.org/?action=kose&yazar=17&id=85
http://www.mulkiyeistanbul.org/?action=kose&yazar=17